17 Ağustos 1999 Türkiye’nin hafızasında derin izler bırakan bir tarih olarak hafızalarımıza kazındı. Peki, 17 Ağustos Depremi’nden bugüne neler değişti, deprem kuşağında bulunan ülkemizde alınan veya alınmayan önlemler neler?
1999 yılının Ağustos ayında üst üste gelen iki tane depremle ciddi hasarlar aldığımızı gördük. Gerçek anlamda nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun farkına ilk kez o zaman yaşayarak şahit oldular. O dönemde kamuoyundaki herkes tarafından ciddi bir farkındalık oluştuğu da bir gerçek. Çünkü insanlar 17 Ağustos Marmara depremi ile mal ve can kayıplarıyla yerine getirilmeyen eksikliklerin bedelini ödemek zorunda kaldılar.
Aslına bakıldığında bu farkındalık ve bilinci çok iyi yönetebilmek ve arttırmak gerekiyordu. Bunun sağlanması için kamusal alanda bazı hareketlenmelerin yaşandığını da görmekteyiz. Öyle ki, yerel yönetimlerden merkezi yönetime, hükümetten taşra teşkilatlarına kadar çok farklı yerlerde çok farklı projeler de karşımıza çıktı. Yine bu dönem içerisinde oldukça ciddi kaynakların farkındalık yaratmak, öğrenciler, kamu personelleri ve vatandaşlara yönelik eğitimler vermek, kamu spotları hazırlamak gibi eğilimlerde kullanıldığını gördük. Bunların her biri oldukça önemli adımlar olarak değerlendirilse de devamında afete ön hazırlık, zarar azaltma gibi konuların yalnızca başlık olarak açıldığına şahit oldu. Yapılan çalışmalar kapsamının etkisinin gittikçe azaldığı ve yalnızca 17 Ağustos haftasında depremi hatırlar duruma gelmiş bulunmaktayız.
1999 Yılından Önceki Yapılar Ekonomik Ömrünü Tamamlamak Üzere
Şöyle bir gerçek var: 1999 depreminden ve 2007 yılından sonra depremle ilgili belirli yönetmelikler yapıların denetimine, yapılaşma tarzına yönelik ciddi kısıtlar ve pozitif yönlü sağlamlaştırılan binaların depremi atlatacak şekilde geliştirildiğini söyleyebiliriz.
Bu yüzden 2007 sonrası kontrollü olarak geliştirilmiş ve iskanı alınmış binaların daha az risk altında olduğu ancak 1999 öncesi yapılmış olan binaların ciddi manada risk altında olduğu ve bunların tamamının risk grubu içerisinde değerlendirilmesinin gerektiğini düşünmemiz gerekmektedir. Sadece bu duruma bakarak bile Türkiye’de hali hazırda çok ciddi manada riskli yapı stoğu olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik açıdan bakıldığında dahi, 1999 yılı ve öncesi yapıların 20 yaş ve üzeri olması ve mevcut durumda ekonomik ömrünün tamamlanmak üzere olduğundan bahsedebiliriz.
Farkındayız Ama Harekete Geçmiyoruz
Deprem, Türkiye’nin bir gerçeği… Bu kabul edilmiş bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. Kuzey Anadolu fay hattı oldukça ciddi bir bölgeye tehlike kaynağı olarak önümüzde duruyor. Bu bölgedeki tüm yapıların riskli yapı olarak ele alınması gerekmektedir. Aynı zamanda Ege Bölgesi’nde ve Ege Denizi’nin içerisinde bulundan fay hatlarından da bahsedebiliriz. Bu fay hatlarının doğuya kadar uzanan ayaklarının da tamamını biliyoruz. Risk haritalarını rahatlıkla görebiliyoruz. Fay hatlarında depremlerin aslında sabit bir frekansa bağlı olmasa bile periyodik olarak neredeyse gerçekleştiğini görebiliyoruz. Herkes bu ülke 100 yılda bir yıkıcı deprem göreceğinden bahsediyor ancak biz, yaşadığımız süreçte bunları gördük ve her an olabileceğini bilmemiz gerekiyor.
Biz artık zemin durumunu biliyoruz. Fay durumunu biliyoruz. Yapısal olarak incelemeleri yapabilir durumdayız. Bunun vatandaşın yapılması gereken işler olarak yansıtıldığını da görüyoruz. Ama bu durumda vatandaşın bu işin çok daha farkında olabilmesi için gerekli düzenlemelerinin ve çalışmalarının daha da hızlandırılması gerektiğini burada yönetime de çok ciddi olarak sorumluluk düştüğünü söylememiz gerekiyor.
Ulusal Bir Plana İhtiyacımız Var
Peki duruma yapısal olarak baktığımızda Türkiye’de acaba halihazırda kaç riskli yapı bulunuyor? Deprem esnasında bir yapı yıkılarak yolun tamamını kapattığında ne kadar kişiye erişim problemi yaşayacağız? Acaba hangi zemin grubu üzerindeki yapıların çok daha ciddi şekilde incelenmesi gerekiyor?
Ne yapıyorsan biz insan olarak yapıyoruz. Çünkü doğa zaten belli ve sabit. Fay hatlarının yerleri belli, zemin durumu belirlenmiş. Sadece doğal afet ya da deprem özelinde düşünmek yerine yangınından patlamasına ve çökmesine kadar her değerlendirmeyi yaparak ilerlememiz gerekmektedir. Bütüncül olarak afet risk azaltma gerekmektedir. Bunun özelinde ulusal bir yaklaşım altında doğal tehlike kaynaklarına yönelik risk = zarar görülebilirlik x tehlike formulünü en başa yazıyor olmamız lazım. Ciddi bir deprem tehlikesi var. Üstünde sorunlu bir zemin var. Aynı zamanda yapı, deprem dayanıklılığı çok düşük bir yapı olursa; bu bir risktir. Bir fay hattı olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak 11 şiddetinde bir depreme dayanabilecek bir yapı hayata geçirdiyseniz burada riski de oldukça azaltmış olursunuz.
Aynı zamanda afet yönetimi de; afetten öncesi yani riskin azaltılmasına yönelik çalışma, kriz anı tehlikenin mekan bulduğu an ve sonrası… Tamamına yönelik olarak planlanması gereken bir süreç. Her bir tehlike kaynağından oluşabilecek afete yönelik olarak hazırlanmalıdır.
Örneğin toplanma alanlarına bakmak lazım. Toplanma alanlarının olduğu yere AVM gelmemesi lazım. İnsanların yürüme mesafesinde toplanabilecekleri alanlar gerekiyor. Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi iki yapı arasındaki mesafenin 10 metrenin altında dahi inebildiği bölgelerde yapı kalitesinin düşük olduğunu da düşünecek olursak üstümüze yıkılacak olan binalardan kurtulup kaçabileceğimiz, gerektiğinde lojistik olarak kapanmayacak yollarla bağlantısı olan ve aynı zamanda acil durumlarda erişilmesi gereken önemli malzemelere erişim sağlayacak, birincil ihtiyaçların bütüncül bir yönetim biçimi şeklinde kurgulanmış olduğu mekanların oluşturulması gerekiyor. Bunun için de gerekirse yapıların yıkılması gerekiyor.
Bu Süreçte Neler Yapıldı?
Şüphesiz ki, riskten arındırılmış bir İstanbul ve Marmara bölgesi ya da Türkiye şu anda söz konusu değil. İstanbul’da JİCA ile birlikte yapılmış olan deprem master planı var. Bunun da deprem odaklı olması ayrı bir konu. Ama bu bile İstanbul’un tamamına yönelik yapılmış bir plan değildir. Bu çalışma esnasında alınan kararların hızlı bir şekilde yürütüldüğünü de ne yazık ki göremiyoruz. Çünkü çok ciddi riskler var.
Ancak şunu gördük. Köprüler riskliydi, güçlendirildi. Hastaneler güçlendirildi. 6306 sayılı yasaya göre ‘Afet Riskli Alan’ ilanı geldi. Yapıların, riskli yapı olarak ilan edilmesi gibi konular geldi. Kamu yapılarına yönelik özellikle okullar ve hastaneler için en azından İstanbul’la ilgili ciddi bir yenileme, yıkma ve yeniden yapma ya da yeni bir proje yapma sürecinin uzun süredir devam ettirildiğini biliyoruz. Hem iç, hem dış kaynakların kullanımının, bu sürecin içerisinde aktif bir şekilde devam ettiğini biliyoruz. Kapanacak olan yollara yönelik olarak bir modelleme çalışıldı. 3 boyutlu olarak şehrin modeline yönelik olarak çalışıldı. Tüm zemin mikro bölgeleme çalışmalarıyla incelendi. Önünüzde bu kadar güzel bir metodoloji ve örnek vaka varken bunu tüm riskli bölgelere genişletmiyor olmak insanın canını sıkıyor.
Ciddi kaynağa ihtiyaç olunduğu apaçık belli. Bunun hepimiz farkındayız. Ancak bu kaynağın bir şekilde temin edilmesi gerekiliyor. Tek bir cana karşılık herhangi bir bedelden bahsedemeyiz.
Aslında en önemli kaynak kentsel dönüşüm. Yasal altyapısı da var. Çok iyi bir şekilde yönetilmesi rant kaygısıyla müteahhitlerin eline teslim edilmemesi gerekirdi. Bu, tekrar ele alınıp tekrar yapılabilir bir güç. Kentsel dönüşümü güç olarak kullanmak, bunu iyi yönetmek, halkın farkındalığını arttırarak bu sürece ortak olmasını sağlamamız gerekiyor. Halkın desteğini yanımıza almadan ilerlememiz gibi bir durum söz konusu değil.
Bu konularla ilgili herkesin elini taşın altına sokması gerekiyor. Şu anda Türkiye’de evinde deprem çantası bulunduran var mı? Kaç kişi dolaplarını duvara sabitledi? Sadece çok basitte baktığımızda bile durum bu.
*17 Ağustos Depreminin yıldönümünde Tapusor.com Genel Koordinatörü ve Şehir Plancısı Ömer Türkoğlu ile aradan geçen zaman içerisinde yapılanları, yapılmayanları ve yapılması gereken konuları konuştuk.
One thought on “17 Ağustos Depremi ve Bugüne Kalanlar”